Geçen hafta cumartesiydi galiba.. Cemik Nazo'yu da almış saklambaç oynuyordu.. Panjurla cam arasında çok komiktiler..
Pazartesi sabahı ateşle uyanmıştık.. Ateşin en çok bu derecelerde kalacağını düşünüyordum..
Sonra soluğu hastanede aldık malum.. Cemik burada iyice toparlamıştı kendisini..
Salı günü Cemik'in döküntüleri başlamıştı.. Bunlar yeni çıkmaya başladıkları zaman.. Ertesi gün iki katı büyüyüp su topladılar.. Ama aynı hızla da iyileşiyorlar..
Ve Perşembe günü minik kızımız 7 aylık oldu.. Ne ara ne zaman büyüdü anlayamadım.. Bu hamileliğim için çok güzel hayallerim vardı.. Naz yapacaktım, keyfini sürecektim.. Hiç biri olmadı maalesef.. Taş taşımak dahil herşeyi yaptık kızımla :) Naz hariç..
Dün akşam kanaviçe iplerimi mandallara sarmaya başladım.. Uçlarına da numaralarını yazıyorum.. Böylece düğüm olmaktan kurtuluyorlar.. Ben 50 tane mandal almıştım çok azına yetti.. Takviye yapmam lazım :)
.
.
İşte böyle geldi geçti bir hafta daha.. Çok zor geçti ama geçti gitti işte..
Instagram şu an bozuk.. Hiçbir şey paylaşamıyoruz.. Umarım en kısa sürede hallederler sorunu..
Bu arada Kocci'ye de bulaştı bu hastalık.. Aynı şekilde seyrediyor.. Ateşli kısmı dün atlattık, bugün döküntüler var.. Ama sanki daha rahat atlatıyor.. :)
Bu hafta Pazartesi hayatımın en zor gününü yaşadım.. Ve anladım ki çocuk sahibi bir anne ve ya babanın her konu hakkında bilgi sahibi olması gerekir.. Bu yazıyı da o yüzden yazıyorum.. Allah yaşatmasın ama herkesin aklının bir köşesinde bulunsun..
...
Pazartesi sabahı Cem'i yatağından kaldırdığımda keyfi yerindeydi ama bir sıcaklık hissettim.. Ateşini ölçtüm 38 dereceydi.. Pazar günü Çeşme'ye denize gittiğimiz için orada üşütmüş olabileceğimizi düşündük.. Kahvaltısını ettirir ettirmez hemen Calpol verdim (ateş düşürücü). Ama ateşi tam olarak düşmedi.. Saat 11 gibi ateşi 38,5 olunca doktorunu aradım, bir ölçek daha vermemi, serin duş da aldırmamı söyledi. Ondan sonra Cem çok halsizleşti, aşırı uykusu geldiğinde yaptığı gibi hareket etmeye başladı.. Başını bir yerlere dayıyor ya da yere uzanıyordu... İki lokma bir şey yedirip öğlen uykusuna yatırayım diye düşündüm, bir şey yemek istemedi.. Hiç ısrar etmeden sandalyesinden kaldırdım.. O sırada aşırı sıcak geldi teni, halbuki sandalyesine oturturken o kadar da sıcak değildi.. Hemen ateşini ölçtüm 39,5 du..
O sırada ilk önce ateş düşürücü fitil yapmam gerekirdi ama aklıma bile gelmedi.. Kocci'yi arayıp "yavaş yavaş gel istersen Cem'in ateşi 39,5'a çıktı" dedim, o da hemen yola çıkmış.. Bu arada bizim ev ve Kocci'nin işi arasında 45 dakikalık bir mesafe var, şehir dışında bir sitede oturuyoruz. Hemen telefonu kapatır kapatmaz annem aradı "bu öğlen istersen şunu yedir" falan bir şeyler diyordu, ben de "anne kapat şimdi, Cem'in ateşi çok yükseldi duş aldıracağım" dedim ve kapattım.. Çarçabuk soydum çocuğu hemen serince duşu ayarladım soktum altına.. Tabii bu arada çocuk ağlamaya, suya direnmeye başladı..
Yarım dakika olmamıştır bıraktı birden kendini.. "Hah pes etti herhalde" dememle çocuğun gözleri döndü ve kollarıyla bacakları kasılmaya başladı.. Sanki şoka girmişti.. Çok kötü birşey oluyordu.. O anki korkumu anlatamam herhalde.. Hemen kucakladım ve deli gibi bağırmaya başladım.. Aklıma annemin anlattığı bir hikaye gelmişti..
Hikayede çocukluk arkadaşım bebekken, annesine inat edip kendini arka üstü atıyor ve kafasını çarpıyor, gözler gidiyor çocuğun -ki bu bilinç kaybının kanıtıymış- kadıncağız deliler gibi bağırmaya başlıyor.. Yalnız olduğu için arabasına atlayıp hastaneye sürüyor ama bir yandan da can havli ve korkuyla bağırmaya devam ediyor.. Hastanedeki doktor ilk müdahalenin arkasından "iyi ki öyle bağırmışsınız, çocuk sizin sesinizi duyduğu için kendini tam olarak bırakmamış ve komaya girmemiş" diyor..
İşte o an ilk aklıma gelen bu hikaye oldu.. Çünkü ne olduğunu anlayamamıştım.. Önce Cem'e bağırmaya başladım "kendine gel, Cem!" diye, sonra hemen dışarı fırladım ve komşulara bağırdım.. "yardım edin, Cem'e bişey oldu, kurtarın, yetişin!" Şu an bile o sesin benden nasıl çıktığına inanamıyorum.. Hala boğazım ağrıyor.. Bütün siteye sesimi duyurduğuma eminim. Sonra hemen içeri girdim, Kocci'yi aradım, meşguldü. Annemi aradım açtı ama o sırada ben telefona konuşamıyordum bile.. "Anne bişey yap, ambulans çağır Cem ölüyor" diye bağırdığımı hatırlıyorum.. Sonra telefonum çaldı Kocci arıyordu.. "N'olur çabuk gel" gibi bir şeyler dediğimi hatırlıyorum..
Bu anlattıklarım taş çatlasın 45 saniyede olan şeyler.. Sonra hemen arabanın anahtarını kapıp dışarıya fırladım.. Cem kucağımda çırılçıplak, evin sokak merdivenlerinden koşmaya başladım.. O sırada komşular yetişti, "Ne olur hastaneye götürün bizi" dedim.. Hemen komşularımızdan biri arabanın anahtarını kaptı, yola çıktık..
Bu arada Cem normale dönmüş, biraz ağlamış ve uykuya dalmıştı.. O sırada ben de dünyaya geri döndüğümü hissettim. Yaşıyordu, uyuyordu.. Nefesini dinledim.. Seferihisar Devlet Hastanesi'ne vardığımızda -eve 10km kadar uzaklıkta- artık iyice sakinleşmiştim.. Bu arada yoldayken Cem'in doktorunu aradım, durumu söyledim.. Kocci'yi aradım, çocuk iyi yavaş gel" dedim. Sanırım en çok korkuttuğum kişi olan annemi aradım Cem iyi, hastaneye gidiyoruz dedim..
Acilden girdik, hastaneye girer girmez Cem uyandı ve huzursuzlanıp ağlamaya başladı.. Hemen ateş düşürücü iğne yapıldı.. Durumu anlatınca doktor "havele geçirmiş" dedi.. Ne kadar sürdüğünü falan sordu.. Sonra makattan Diazem yaptırdılar bana, bu ilaç tekrar havale geçirmemesi içinmiş.. Hemen arkasından da damar yolu açtılar, serum vermeye başladılar..
...
Çocuk havale geçirmiş.. Ama ben havalenin ne olduğunu gerçekten bilmiyormuşum.. Bilseymişim daha soğuk kanlı olabilirmişim.. Benim zannettiğim havale 40, 41 derece ateşti.. Yani çok yüksek ateşin adı havaleydi.. Esas vurgulamak istediğim konu havale, insan neler olduğunu az çok tahmin etse her şey çok daha iyi olabilir.. Eğer ben Cem'in yaşadığı şeyin havale olabileceğini tahmin edebilseydim herhalde daha az panik olabilirdim.. O anki korkuyla kendimi kaybetmediğime şükrediyorum.. Bir an için "herşey bitti, oturup ağlayayım" diye düşündüğümü hatırlıyorum.. Şimdi buzdolabımızda Diazem var gerçekten gerekli olduğunda kullanabilmem için.. (Dikkatli kullanılması gereken bir ilaç) Ama inşallah bir daha asla gerekmeyecek..
Bütün bunları anlattıktan sonra annelerden bir sonraki doktor ziyaretlerinde bu konuyla ilgili bilgi almalarını rica ediyorum.. Çünkü bilgili olmak birçok şeyi daha kolay hale getiriyor..
...
O gece hastanede kaldık, uzun süre ateşi tam olarak düşmedi Cem'in.. Sabaha karşı düşünce ve öğlene kadar çıkmayınca da taburcu ettiler.. Eve geldik, çocuğun ateşi yine 38 oldu.. Bu arada Cem'in vücudunda hafif döküntüler de başlamıştı.. Atladık kendi doktorumuza gittik.. Adam muayene ettikten sonra "el, ayak, ağız sendromu bu" dedi.. Hastalığın adı çok yabancı olmasına rağmen hemen tanıdım çünkü instagram'daki birçok arkadaşımızın çocuğu da aynı hastalığı geçiriyordu.. Meğersem salgın varmış.. Yüksek ateşle başlayan bir çocuk hastalığıymış.. 3-4 günlük kuluçka sürecinden sonra yüksek ateş ve arkasından su çiçeğindeki gibi döküntülerle devam edermiş.. Bir haftaya kadar da geçermiş..
Özellikle 2 haftadır aşırı sıcaklar yüzünden bahçeye bile doğru düzgün çıkarmadığım Cemik nasıl kaptı bilmiyoruz.. Havadan bile bulaşabiliyormuş sanırım.. Aşırı derecede salgın durumunda.. Şu ara çocuğu ateşlenen annelerin aklında olsun..
Ateşi düşük tuttuktan sonra korkulacak bir hastalık değilmiş, birçok çocuk hastalığında olduğu gibi bunun da bir ilacı yok.. Tek ilacı ateş düşürücü ve sabır, sevgi.. Dün iyice su toplayan döküntüler bugün biraz kaşıntı yapmaya başladı ama yine de yerinde durdurmayacak kadar kötü kaşıntılar değil.. 2 gündürse çok şükür ateşi çıkmadı.. Bundan sonra hızla döküntüler de geçecek ve Cemik eski sağlığına kavuşacak..
..
Şimdi her gece iki kere şükrediyorum oğlum iyi olduğu için ve dua ediyorum Allah o anı aklımdan silsin diye.. Çünkü her aklıma geldiğinde göz yaşlarımı tutamıyorum.. Allah kimseye böyle bir korku yaşatmasın. Herkesin bebeği hep sağlıklı olsun..
En son haftanın instagram anlarında da dem vurmuştum bu konudan ama durum biraz farklı olunca yazasım geldi..
Paris gezisi postlarını hazırlarken bir akşam, blogger fotoğraf yüklerken bana şöyle bir uyarı çıkarmıştı..
Kotam dolmuş, artık fotoğraf yükleyemezmişim.. Ha ille de yüklemek istersem parasıyla yükleyebilirmişim..
O akşam baya canım sıkılmıştı.. Doorstepping'e anında yollamıştım yukarıdaki mesajı "ne iş?" diye.. O da "kaç yıldır blog yazıyorum böyle şey görmedim" demişti..
O akşam blogger'ın ayarlarını talan etmiştim ama herhangi bir ayar değişikliği göremedim..
1GB ne ki? Tamam az da değil ama benim gibi fotoğraf çeken biri için hiç.. Ha bileydim yüklemeden önce fotoğrafların kalitesini düşürürdüm de o kota daha blog açalı bir sene olmadan dolmazdı.. Ama uyarı ancak kota dolduktan sonra geliyor..
Neyse..
O gece forumlarda falan da araştırdım bu konuyu, baktım birkaç kişinin daha başına gelmiş.. Çözümü de fotoğrafları başka bir yerden çağırmak.. Yani blog yazmak keyif olmaktan çıkıp bir miktar eziyete dönüşüyor.. Fotoğrafı al, işleyeceksen işle, boyutunu küçült, başka bir siteye yükle, oradan linkini kopyala, bloggera girip çağır.. Bana zor geldi..
Bir iki postu bu şekilde hazırladıktan sonra zaten azcık olan zamanımın tamamını fotoğraf yüklemeye ayırdığımı fark ettim..
Ve bir soğuma oldu..
İki gün sonra blogda dolanırken hadi dedim eski postlara şöyle bir bakınayım..
Cemik'in eski videosunun olduğu bir postu açtım.. Tam izleyeceğiz diye heveslenirken o da ne??? Video yok? Silinmiş.. Resmen delirdim.. Ben "ne güzel hem keyif aldığım bir bloğum var hem de güzel bir arşivim" derken farkında olmadan videolarım silinmiş..
O günden sonra iyice soğudum.. Girmez oldum bloğa.. Emeklerimin kaybolduğunu görmek moralimi bozdu..
Hem pes etmek istemiyordum (çünkü blog yazarken çok güzel vakit geçiriyorum, buradan tanıdığım herkesi seviyorum, bambaşka bir dünya var burada) hem de elim birşey yazmaya gitmiyordu..
Ta ki..........
Az önce pes etmemeye karar verip bloğumun başına oturana kadar..
İlk post girdiğim tarihi açıp, üşenmeden teker teker bütün postlara bakmaya başladım.. Amacım videosu silinen postları bulup, arşivimden videosunu youtube a yüklemek ve videoyu youtube dan çağırmaktı..
Ama o da ne? Kayıp videolarım geri gelmiş.. İnanamadım gözlerime..
Sonra acaba? deyip fotoğraf yüklemeyi denedim.. Ve oldu.. Fotoğraf da yüklendi..
Nasıl oldu bi iş anlamadım ama blogger önce eşeğimi kaybettirip sonra buldurmuş gibi oldu.. Şu an baya mutluyum hatta :)
Hani o birkaç günlük durum benim bilgisayarımdan kaynaklıydı desem, değil çünkü ipad ve Kocci'nin bilgisayarından da açılmıyordu videolar.. Fotoğrafsa blogger application'ından da yüklenmiyordu..
..
Peki nasıl oldu da düzeldi ki bu durum? Ya blogger instagramdan beni gizli gizli takip ediyordu ve beni kaybetmek istemedi :P
ya da şöyle bi saçmaladı geçti..
Aman ya sebebi ne olursa olsun da bi daha olmasın :)
(Bu arada artık fotoları küçültüp yüklüyorum.. Neme lazım? :)
Bu hafta sıcak bir haftaydı.. Iphone 39 derken dışarıdaki derecede 43'ü gördük, 50'yi de hissettik..
Sıcaklardan bunalan Cemik için şişme havuz almıştım.. Onu evin içinde şişirdim, içinden çıkmadı..
Sonra içini su doldurduk mutluluktan çıldırdı :)
Çatal meydanda bir girdi bir çıktı havuza.. Hem serinledi hem de doya doya oynadı..
Sonra blogger'dan böyle bir uyarıyla karşılaştım.. Meğersem blogger'ın kotası varmış.. Ama kotası olduğunu maalesef dolduktan sonra haber veriyor..
Bu arada bizim iki kayası ağacı kırılacak derecede meyve dolu.. Meyveler dallardan dökülüyor.. Bu hafta bir kısmıyla marmelat yaptım..
Bu kare de bir akşam keyfi karesi.. Yazın en güzel tarafı annelik mesaisinden sonra tv önüne yerleşmek yerine bahçe, balkon keyfi yapabilmek..
Bu şeker de benim favorilerimden :) Kendimi bildim bileli hayır diyemediklerimden..
Cemik ve Naz bütün gün alt alta üst üste... kardeşlik başka şey tabi :)
Bu ayaklar da başka bir havuz sefası sonrası buruşmuş Cemik'ten..
Bu da yavaş yavaş büyüyen isyanımı özetliyor..
Sıcaklardan çok fazla etkileniyorum.. Hatta nefes alamıyorum.. Evde klimayla dışarıda da ancak yelpazeyle geçer bu yaz :)
Dün off günümüzdü, Kocci'yle yemeğe gittik.. Midpoint'de club sandwich vazgeçilmezim..
.
.
İşte bir hafta daha böyle geldi geçti..
Şu an bu postu şıp şıp ter dökerek yazıyorum.. Yayınlar yayınlamaz çıkıp Cemiş'in havuzunu dolduracağım ve bu sefer ben de akşam üstü havuz sefasına dahil olacağım.. Ana oğul sığarız biz oraya :D
Hala ilk gündeyiz.. Saat 20:30 gibi Châtelet'deki çeşmenin önünden Nicolas ve Paris'teki Türk arkadaşı Ayla bizi gelip arabayla aldılar..
Bence bu çeşme Paris'teki en sevimsiz çeşmeydi.. Fotoğrafını bile çekesim gelmemiş bakar mısınız? Yamuk yılık çekivermişim..
Neyse.. O akşam gittiğimiz mekanın adı "Le Vieux Belleville"di.. Nicolas bize daha önceden linkini yollamıştı, "rezarvasyon yaptım" diye.. Fotoğrafa tıklayarak siteye gidebilirsiniz..
Mekan çok küçük bir mekan hatta belli bir saatten sonra içeride oksijen bile kalmıyor.. :) Oturduğunuz masadan tuvalet ya da sigara molası için kalkmak büyük zahmet olabiliyor..
Gelir gelmez hemen birer bira söyledik.. Fotoğraftaki sempatik kişi Nicolas.. Bir şeyler fotoğraflayan da Ayla :)
Biralarımızı yarıladıktan sonra gelmediğimizi sanıp da rezervasyonumuzu yakmasınlar diye bardakları masaya bıraktık ve hemen birkaç metre ilerideki manzarayı görmek için çıktık..
Biz tepe gibi bir yerdeydik.. Hemen aşağımızda insanlar çimlere yayılmıştı..
İleride de gerçekten güzel bir manzara vardı.. Eiffel'i uzaktan görmek bile çok ihtişamlıydı..
Biraz fotoğraf çekip manzaraya baktıktan sonra lokantamıza geri döndük..
Masamıza oturduk ve menü geldi :)
Baya gördüğünüz gibi geldi.. Masaya kondu..
Paris'te bir çok lokanta à la carte dışında bir de fiks menü hazırlıyor..
Menünün fiyatı belli oluyor.. Dahil olarak da ya başlangıç ve ana yemek ya da ana yemek ve tatlı seçiyorsunuz..
Bizim gittiğimiz mekanda öyle bir menü durumu yoktu.. Herkes başlangıç ve ana yemeğini seçti..
Ben başlangıç olarak keçi peynirli salata aldım.. Nicolas sanırım jambonlu salata seçmişti..
Benim salatam gerçekten çok lezzetliydi.. Kocci'nin bana hazırladığı bir lokma ekmeğin arasına koyduğu tereyağı ve salamı çok beğendiğimi hatırlıyorum.. Ama salatamdan memnundum :)
Bu arada Paris'te de aynen bizdeki gibi sofraya ilk ekmek geliyor.. Hatta bizde birçok yemekle ekmek gelmezken, onlarda makarnanın yanına bile ekmek hemen geliyor ve biter bitmez de sepet dolduruluyor..
Aynı şey su için de geçerli.. Sofra susuz bırakılmıyor..
Neyse.. Mekanın özelliğinden bahsedeyim biraz..
Haftanın belli günleri canlı müzik olan bir yer burası.. Ama bizdeki gibi hayal etmeyin..
Fotoğraftaki abla, elinde akordeonuyla hem çalıyor hem de söylüyor.. Üstelik o kadarla da kalmıyor herkese söyletiyor..
Bu arada mekanda 10 masa vardıysa en az 8i yabancıydı.. Mekan hiç de turistik bir yerde olmamasına rağmen oldukça eski ve tanınmış olduğundan Fransızlar sanırım turist arkadaşlarını sıkça buraya getiriyorlar..
Neyse.. Gelelim ablanın şarkıları nasıl herkese söylettiğine..
Şarkıya başlamadan önce sözlerini dağıtıyordu.. Biz şarkıların %90 ını ilk kez o gece duyduk ama elimizden geldiğince hepsine eşlik ettik ve baya da eğlendik.. Hatta dağarcığımıza çok da güzel şarkılar eklemiş olduk..
Bu arada mekanın bir özelliği de şaraplarını kendilerinin üretiyor olması.. Çok lezzetliydi..
Ben şu ara içki olayına sıkı girişler yapamadığım için sadece tatmakla yetinebildim ama bizimkiler yanlış hatırlamıyorsam 2 şişe içtiler..
Biz başlangıçlarımızı yeyip içkilerimizi yudumlarken giriş konuşmasını yapan abla (teker teker masaları tanıttı.. Şu masa bu ülkeden, öbür masa şu ülkeden, bu akşam çok ulusluyuz gibisinden) yavaştan şarkılara başladı..
Bu video bizim o akşam en çok eğlendiğimiz şarkıdan.. Şarkı da çok çok komik bir şarkı..
Şarkının hikayesi çok kısaca şöyle:
Madame la Marquise diye soylu bir kadın bir süreliğine ayrıldığı şatosunu arıyor ve kahyalarıyla konuşuyor..
15 gündür yokluğumda neler oldu neler bitti diyor..
İlk kahya "herşey çok yolunda Madame la Marquise ama yangında atınız öldü. Ama bunu saymazsak herşey çok yolunda.." diyor..
İkinci kahya da neler oluyor sorusuna şöyle cevap veriyor "Heşey çok yolunda.. Herşey çok iyi.. Atınız diğerler atlarla beraber öldü ama bunun dışında herşey çok yolunda"
Üçüncü kahya şöyle cevap veriyor: "Herşey yolunda herşey çok iyi.. Atlar şatonuzdaki yangından dolayı yandı ama bunu saymazsak herşey çok yolunda.."
Duyduklarıyla her seferinde şoka giren Madame La Marquise son kez telefon açıp "neler oluyor anlat diyor" Dördüncü kahya cevap veriyor: "Valla Madame La Marquise eşiniz intihar etti, mumdan yangın çıktı, şato yandı, şatodan alev ahıra sıçradı, atlarınız ve sizin atınız yandı öldü ama tüm bunları saymazsak herşey çok yolunda.. Herşey çok iyi" diyor..
Tabi ben şarkıyı çok üfürükten çevirdim şimdi aranızda Fransızca bilenler varsa diye ahan da orjinali yukarıdaki gibi.. Eğlenceli bir şarkı :)
Neyse.. Siz bir yandan şarkıyı dinlerken ben anlatmaya devam edeyim..
Gelelim o geceki ana yemeklerimize..
Ben çok fazla kırmızı etten hoşlanmadığım için, menüde de tavuğa en yakın ördek olduğu için ördek yemeyi tercih ettim.. O sırada Kocci ve Nicolas da ne yesek diye konuşuyorlardı.. Kocci Nicolas'ya "sen ne yersen bana da aynısını söyle" dedi.. Bu arada garson bana etimin nasıl pişmesini istediğimi sordu.. Biliyorsunuz Fransızlar eti çok az pişirip yiyorlar, genelde etin içinden kan akacak kadar çiğ bırakıyorlar hatta.. Ben de "çok çok iyi pişmiş olsun" dedim.. Bunu duyan Kocci de hemen atladı lafa "benimki de çok çok çok iyi pişmiş olsun" diye.. Bu lafı duyan garsonla Nicolas bakışıp güldüler ve Kocci'nin siparişini değiştirmeye karar verdiler..
Bu Nicolas'nın yemek tercihiydi.. Yemeğin adı "tartare de boeuf". Aklınızda olsun, bu yemek tabağa tamamen çiğ olarak geliyor :) Yani çok pişmiş olsun demek gibi bir durumunuz yok..
Ve Paris'te sanırım bu yemek bizim kuru pilav kadar rağbet görüyor.. Nereye gitsek masalarda bu yemeğin yendiğini görüyorduk..
Nicolas Kocci'ye en azından tatması için çok ısrar etti ama çiğ kıyma üzerine kırılmış çiğ yumurta yemek Kocci'ye hiç çekici gelmedi.. "Ama pişman oldum, keşke tatsaydım, belki de muhteşemdi" diyor şimdi..
Kocci'nin diğer seçimi bu oldu.. Yemeğin adı "souris d'agneau" ben "mutlu kuzu" olarak çevirdim yemeğin adını :) Kocci "ben hayatımda böyle lezzetli yemek yemedim, her çatalda daha da lezzetlendi yemek" deyip durdu..
Gerçekten de yemekler çok lezzetliydi..
Bu kadar yemenin üzerine ben tatlı yiyemedim ama Kocci "fondant au chocolat" yedi.. Onun resmini çekmeyi unutmuşum.. Ama daha sonra başka bir yerde tekrar yedik, o zaman çekmiş olmam lazım resmini :)
Neyse..
Yemek ve eğlence faslından sonra Nicolas bize 1 saatlik bir Paris gece turu attırdı..
İşte meşhurrr Arc De Trimophe'un gece görünüşü... Kesinlikle görülmesi gerekenlerden..
Şu gördüğünüz siyah körüklü otobüs de "otobüs bar".
Otobüsten çok ciddi volumde müzik ve eğlence sesleri geliyordu.. Zaten dans eden tipler de gayet netti :)
İlginç bir eğlenme şekli.. Biz ilk defa gördük..
Sonra Eiffel Kulesi'nin son aydınlatılma saati olan 01:00'i yakaladık..
Onun da keyfini sürdükten sonra saat 2:00 sularında otelimize geldik.. Türkiye saatiyle 3:00 diyebiliriz.. O sabah 4:30 da güne başladığımızı ve uçakta da uyuyamadığımızı düşünecek olursak ayakta geçirdiğimiz vakit neredeyse 24 saat olacaktı.. :) İlk günümüz işte böyle geçti..
Bu sefer Notre Dame'dan çıkıp Châtelet'ye yürüyoruz..
Rengimiz pembe, yürüme süresi 5-10 dakika bişey..
Biz buraya ilk gün tesadüfen bilmeden yürüdük ve zamanımız çok olmadığı için hakkını vererek gezemeyip başka bir gün tekrar gittik.. Zaman ayırmaya kesinlikle değecek bir yer..
Châtelet Paris'in en merkezi noktalarından biri..
Ki bu durum kendisini metro girişindeki rengarenk harfler ve rakamlarla da gösteriyor..
Châtelet aktarma noktası ve buradan birçok yere gidebiliyorsunuz..
Bu binayı gördünüz mü geldiniz sayılır.. Buralardan itibaren gezmeye başlayabilirsiniz..
Bu bina Hotel De Ville.. Adına aldanmayın, burası bir otel değil, belediye binası :)
Biz oradayken önünde dev ekrandan tenis maçı naklen yayınlanıyordu.. Kışın da buz pateni sahası kuruluyormuş.. Yani halka her türlü hizmet eden bir belediye binaları var.. Muazzam görüntüsüyse geceleri çok daha ihtişamlı oluyormuş ama bizim yolumuz gece o tarafa düşmedi maalesef..
İlk gün Châtelet'yi pek gezemedik demiştim, bir iki fotoğraf çekmişim yinede.
Burası bir çikolata dükkanı.. Vitrininde de "Anneler günü kutlu olsun" yazıyor.. Ben dalga geçtim "aaa hadi len, geç kaldın" diye ama meğer Fransızlar anneler gününü bizden farklı bir tarihte kutluyorlarmış.. Onların anneler günü 3 Hazirandı..
O kadar yürüyüşten sonra soluklanmak için "Le Celtic" diye café restaurant bar karışımı köşe bir mekana oturduk.. Bir bira ve sütlü kahve söyledik.. Bu arada masadaki kültablası bence bu karenin en ilginç kısmı..
Neden derseniz, buradan sonraki mekanlarda Kocci kültablası istediğinde hep "yere atın" cevabıyla karşılaştı..
Kahve ve biralarımızı yudumlarken önümüzden bisikletiyle böyle bir arkadaş geçti.. Çok hoşuma gittiği için hemen çekiverdim fotoğrafını.. Arkadaki bisiklet koltuğundaki çocuk tamam ama dikkat ederseniz bir tane de önde var :) Biraz da kendimi görür gibi oldum :D
Bu dükkan klasik bir Fransız dükkanıydı sanırım.. Ve biliyor musunuz ben buraya girmedim.. Ve sanırım Paris'teki tek Fransız dükkandı ve ben bunu kaçırdım.. Bizim barın hemen çaprazındaydı ve biz akşam saati yaklaştığı için yavaş yavaş Nicolas'yla buluşma noktamıza doğru ilerlemeye başlamıştık.
Denk gelirseniz siz girin artık.. :)
Buraya da ara sokaklardan birinde denk geldik..
8-10 tezgahlık bir pazar yeri gibi düşünebilirsiniz..
Herşey aşırı iştah kabartıcıydı..
Kocci'nin aklı özellikle bu tezgahta kaldı :)
Ama boşuna heveslenmeyin bu mini pazar sadece senede iki kere kuruluyormuş ve yalnız birkaç gün sürüyormuş.. Tarihlerden biri Haziran başı ama diğerinin ne zaman olduğunu şu an hatırlayamıyorum :)
Buranın da hikayesini anlatmam lazım :)
Dükkanın adı "Dogs" yani bildiğiniz üzere "Köpekler".
Yani bunda anormal bir durum olmayabilir ama hemen yanındaki cümlede şöyle yazıyor: "Les Meilleurs Chiens-Chauds de Ville" yani "Şehrin en iyi sıcak köpekleri". Yani bildiğiniz köpek eti satılıyor.. O_o
diyerek ben bir şok geçirdim ve akşam da Nicolas'ya dükkandan bahsettim.. Adamcağız "yoo biz köpek yemiyoruz" dedi ama ben bir kere gördüm ya dükkanı gözlerimle :)
Ama daha sonra tekrar önünden aklı selim ve daha az yorgun olarak geçince buranın biraz esprili bir hot-dog dükkanı olduğunu anladım..
Korkmayın yani gerçekten köpek eti yemiyorlar.. :)